OSMANLI TOPLUMUNDA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI / TEKKE VE ZAVİYELERİN ROLÜ

İslâm Dini yapısı itibariyle bireyselliğe önem vermekle beraber, dinin genel öğretisi,  cemiyetle olmayı zorunlu kılar, din toplumla beraber yaşandığında anlam kazanır. Topluma yönelik öğretilerinin sonucu cemaatleşmeyi, bu cemaatleşme de müesseseleşmeyi zorunlu kılar. Bu müesseselerin bir kısmı Hz. Peygamber zamanında oluşmuş, bir kısmı halifeler zamanında oluşmuş, diğer müesseselerde Müslüman nüfusu arttıkça, çeşitli coğrafyalara dağıldıkça ihtiyaç duyulup açılmış, insanlığın hizmetine sunulmuştur. İslam Medeniyetinin I ve II. (VII-VIII) asırları İslam ilimlerin yayıldığı ve müesseseleşmesinin yoğun yaşandığı asırlardır.[1]

Bu yüzyıllarda, tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi İslâm ilimleri metodolojik şekilde oluşturulmaya başlanmış, başlangıçta mescidlerde okutulan bu ilimler, gelişen toplum ve farklı ilim dalları insanları kendi müesseselerini açmaya yöneltmiştir. İlimler, zamanla kendine has yerler açılarak okutulmaya başlanmış ve ilk önceleri mescidlerde okutulan ilimler yerlerini medreselere bırakmaya başlamıştır. Bu zahiri ilimlerin yanında Tasavvuf ilmi dediğimiz dinin batınî yönü ile, mistik yönü ile ilgilenenler de sahip oldukları ilimleri meclislerde, mescidlerde okutuyorlardı, öğretiyorlardı. Zamanla bu ilimlere rağbetin artması, nüfusun artması sonucu  bu ilimlerin de ortaya çıkardığı müesseseler kurulmaya başlanmıştır. Bu müesseseler İslâm Medeniyetinde tekke, zaviye, dergâh, olarak karşımıza çıkıyor.

İslâm Dini’ni, sahabe, tabiun, etbau’t tabiun zümreleri saf ve duru olarak yaşamışlar. Bu dönemlerden sonra İslâm Dini’nin sınırları geniş coğrafyalara ulaşmış, sürekli devam eden fetihler sonucu ganimetlerin gelmesiyle halk rahata ve zenginliğe kavuşmaya başlamış, beraberinde de Asr-ı Saadet döneminde görülmeyen lüks yaşamı da getirmiştir, toplumda dünya hayatına dalma başlamış,[2] halk çeşitli konularda ihtilafa düşmeye, farklı görüşler ortaya çıkmaya ve bu görüşler arasında çekişmeler başlanması ve bid’at görüşler[3] yayılmaya başlanması neticesinde İslâm toplumunda fitne ve fesad baş göstermeye başladı. Emeviler döneminin zulümleri de [4] eklenince bu devirler çok kargaşalı geçmeye, dinin kabul etmeyeceği uygulamaların yaşanmaya başlandığını görüyoruz.

Bu dönemde kendini fitneden ve fesattan koruyan, dinin hükümlerini büyük bir dikkat ve titizlikle uygulamaya çalışan insanlar da, üzerine düşen görevi yapıyorlar, insanları dinin aslını yaşamaya, dinin yaşanması noktasında eski heyecanı, ruhi, manevi yapıyı yeniden ihyaya çalışıyor,[5] bununla beraber fitne ve fesattan korunmak için inzivaya çekilerek dünyanın çekiciliğine aldanmayan zühdi bir yaşam sürüyorlardı.[6] Böylece zühd hayatı yaşayan bir grup oluşmaya başladı. Önemli ilk zahidler arasında  Veysel Karani, Hasan Basrî, Said. b. Cübeyr, Muhammed Vasi, Malik b. Dinar’ı, Rabiatü’l Adevi’yi sayabiliriz.[7] Bu zühd hayatı ferdi bir yaşam sürerek hicri ikinci asra kadar devam etti. [8]

Hicri II. asırlarda zühd tabiri yerini sufi ve tasavvuf tabirine bıraktı. İlk sufi lakabıyla tanınan zat ise Kûfe’li Ebu Hâşim (ö.150/767)[9]dir. Tasavvuf tabiri zühdün ifade ettiği İslâm’ın manevi yönü ile aynı anlama gelir. İlk defa tasavvuf tabirini yapan bu yolun ilk sûfilerinden Maruf Kerhi (ö.201/816), “hakikatleri almak, insanların elinden ümid kesip Allah’a bağlanmaktır”diye ifade etmiş,[10]Cüneyd-i Bağdâdi (ö.297/909), “sulhü olmayan bir cenk”, Zünnun-i Mısri (ö.245/859), “Allah’ı her şeye tercih etmektir” diye tarif etmişlerdir.[11] ve insanın batını ile imani akaidinin zirveye ulaştırmakla ilgilenir, şirk, kıskançlık, hased gibi insanın kötü ahlâklarından temizleyip güzel insan olmayı sağlar. Aslında Kur’an-ı Kerim birçok yerde dinin batını yönüne göndermeler yapıyor, iç alemimizin mamur olmasını tavsiye ederek;

“Onu (nefsini) arındıran kurtuluşa ermiş…” nefsini arındıran ve temizleyen felaha ermiş diye tefsir eder İsmail Hakkı Bursevî[12] ve yine batıni temizlikten bahsederken şöyle der Kur’an:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)” [13] bu ayetlere paralel olarak Hz. Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “…Haberiniz olsun ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. O, iyi ve sağlam olursa vücut da sağlam olur. Eğer o, kötü olursa vücudun tamamı kötü ve fasid olur. Bilesiniz ki o et parçası kalptir.”[14] diyerek iç temizliğe, kalp temizliğe önem veriliyor.

İşte İslam’ın ruhi, manevi, mistik yönüne bunun gibi ayetler ve hadisler ışığında ağırlık veren sûfiler de, manevi tecrübeyi ilim olarak okutmaya önce mescidler de başlamış, sonra zorunlu olarak bu ilim dalı da kendi müessesesini ortaya çıkarma durumunda kalmıştır. Bu müesseseler İslâm Medeniyetinde daha önce belirttiğimiz gibi tekke, zaviye, dergâh, ribât gibi isimler altında  oluşmaya başlamıştır.

İslâm Medeniyetini oluşturan, teşkilatlanmayı İslâm coğrafyasının en ücra bölgelerine kadar götürmeyi başaran, dinin yayılmasında önemli bir kurum olan tekkenin ilk olarak çıkışını kaynaklar Şam’ın Reml Bölgesinde, Hristiyan Emirin[15] ava çıktığı sırada iki kişinin muhabbetle karşılaştıklarını, tokalaştıklarını, yemeklerini paylaştıklarını, hoş sohbet edip dağıldıklarını görünce ve Emirin bunların birini yanına çağırıp konuşması sonucunda bu kişilerin tarikat ehli olduğunu öğrendiğinde, onların bu muhabbetlerinden dolayı etkilenip, onlar için tekke inşa ettirdiği yazar.[16] Bu ilk tekkenin ilk sûfi Ebu Haşim adına yapıldığı dolayısı ile ilk tekke H.II./M.VIII. asırda Şam’da yapıldığından bahsedilir.[17] Birbirlerini tanımayan farklı milletten, farklı ırktan olan insanların inançlarının gereği olarak kucaklaşmaları, yardımlaşmaları, birbirlerini karşılıksız olarak sevmeleri tekke müessesesinin arka planındaki ruhu yansıtır.[18]

Kaynaklar ilk tekkenin bu şekilde H.II./M.VIII. asırda kurulduğunu ve ilk sûfinin Ebu Haşim olduğunu yazmış olmak beraber ilk sûfileri sayıları otuz ile üç yüz arası değişen Ashab-ı Suffe’yi ve ilk tekkeyi Ashab-ı Sufe’nin kaldığı, yattığı, ilim tahsil ettiği, değişik bölgelere muallim gerektiğinde bunların içinden gönderildiği, misafirlerin, yolcuların Medine’ye geldiklerinde konakladıkları, yabancı Müslümanların ilim tahsil etmek için uzak diyarlardan gelip kaldığı Hz.Peygamberimizin mescidinin bitişiğindeki mekânı diyebiliriz. Bu mekânda zühdi yaşantının yanında, ilmi faaliyetleride sürdüren sûfilerin öncüleri olarak Ebu Hureyre, Bilal-i Habeşi, Selman-ı Farisi, Ebu Zerr, Sa’d bin Ebi Vakkas, Hanzala gibi zatları sayabiliriz.[19]

H.II asırdan sonra zühd hayatı tasavvuf adını altıktan sonra bu ilim bireysellikten çıkıp, toplumun bütün katmanlarına hitap etmeye başlamıştır. Önceleri gruplar ve küçük cemaatler oluşturularak yapılan bu irşad faaliyetleri, manevi tecrübenin aktarıldığı, tatbik edildiği tekke, dergâh, zaviye, ribat dediğimiz kendine has yerlerde yapılmaya başlanmıştır. Tasavvuf ilmi kitabi ilim değil, manevi tecrübenin aktarıldığı hal ilmi olduğundan, Şeyh, mürid, tekke üçlüsü ile yaşanabilir.[20]

Dervişlerin toplanıp şeyh önderliğinde zikir, ayin, ibadet ve nefis terbiyesi gördükleri yerlere tekke denilmekle beraber, dergâh, zaviye, ribat, gibi isimlerle de ifade edilir. İsimleri farklı olmakla beraber hemen hemen aynı sosyal fonksiyonları icra ederler.

Zaviye, Tekkenin biraz küçüğüdür. Şehir ve kasabanın kenar bölgelerinde yol kenarlarında kurulur. Geçiş yolu üzerinde kurulur ki, gelip geçenlerin, ticaret yapan tüccarların dinlenmesi sağlanır. Bu bölgelere zaviyelerin kurulması ile ticaret ve seyahat kolaylaşmış, teminat altına alınmıştır.[21]

 Ribat ise, Hudud boylarında dervişlerin nefsi ile cihad yaparken bir yandan da gayri Müslimleri dine davet için harekete geçtikleri kale tipi yapılardan ibarettir.[22]

 Tekke ve zaviyelerde misafirlerin çok iyi karşılandığından dolayı gösterdikleri misafirperverliğinden dolayı dünyada bunda daha güzel ve hayırlı işler yapan kimseler görmediğini söyler ünlü Müslüman seyyah İbn-i Battuta  ve seyahatleri sırasında bu zaviyelerde kaldığını ifade eder.[23]

Dergâh ise, Tarikat şeyhinin ikâmetgâhı olduğundan merkezi dergâh olması bakımından tekke ve zaviyelerden daha büyük ve teferruatlıdır. Konya’da ki Mevlâna Dergâhı,[24] İstanbul’daki Aziz Mahmut Hüdayi Dergâhı, Kastamonu’daki Şeyh Şaban-ı Veli Dergâhı gibi. Tekkeler tasavvufun müesseseleşerek tarikat adını alması ile daha disiplinli bir şekilde İslâm’ı yayma faaliyetlerinin içine girmişleridir. Asya’nın, Endonezya’nın, Çin’in, Hindistan’ın İslâmlaşmasında tekkeler ve zaviyelerin önemli katkıları olmuştur.[25]

***

[1] Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990 s:37

[2] Fazlur Rahman, İslâm çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın Selçuk yayınları Ankara 1996 s:180,Ahmet Safa, Semerkand Dergisi, yıl. 8 sayı.86 şubat 2006 s.20-23

[3] Abdulkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesî, Terc:Süleyman Uludağ Dergâh yayınları İstanbul 1999 s:95)

[4] İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi Beyan yayınları İstanbul 1993 s:1-73

[5] Abdulkerim Kuşeyri a.g.e. s:95 ve Fazlur Rahman a.g.e. s:180

[6] Kuşeyri a.g.e. sa.95

[7] Mustafa Kara a.g.e. sa.30, Ahmet Safa, a.g.d. s.20-23

[8] Mustafa Kara a.g.e. sa.32

[9] Molla Camii, Nefahat’ül- Üns Min Hazarat’ıl-Kudüs (Mukaddes Makamlardan Huzur Nefesleri) Terc.Lamii Sad: Abdulkadir Akçiçek, Huzur yayınevi İst. 1981.144

[10] Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Enver neşriyat ist.2004 sa.29

[11] Hasan Kamil Yılmaz a.g.e. s.29-51

[12] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhul Beyân Tefsiri, Şems Suresi:9 Damla Yayınevi, İstanbul 1996  C:10 s:56-57

[13] Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Şuara:88-89, Kral Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, Suudi Arabistan, 1992

[14] Buhârî Tercümesi,  Müt: Mehmet Sofuoğlu Ötüken Yayınevi, İstanbul 1987 c:1 s:206  İman:45

[15]Mustafa Kara, a.g.e “Mir Tersa: Hristiyan Emiri”  s:39

[16]Molla Camii a.g.e. s.145

[17]Hasan Kamil Yılmaz, a.g.e s:23

[18] Mustafa Kara a.g.e. s.49

[19] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi   Cilt:II,  Çev:Salih Tuğ, Yeni Şafak yayınları Ankara 2003 s:768,769,770,826 ve Hasan Kamil Yılmaz a.g.e s:99 veSüleyman Uludağ,  a.g.e s.57

[20] Hasan Kamil Yılmaz, a.g.e. s.20,21

[21]Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir İskan, Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler (I) İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler, Vakıflar Dergisı Sayı:II Ankara 1942 s:300-301, Mevlüt Karaca, Osmanlıca Türkçe Lügat, Hisar yayınevi İstanbul s:863

[22]Mustafa Tahralı, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Ders notları 2005

[23] İbn-i Battuta, Tuhfetû’n Nûzzâr fî Garâibi’l-Emsar ve’l- Acâibi’l-Esfar (Büyük Dünya Seyahatnamesi)Yeni Şafak yayınları s:204,208

[24] Mustafa Öcal XIV.yy Osmanlı Kültüründe Tasavvuf ve İslamiyat Bütünlüğü, Bursa 1981, Doktora Tezi  s.134

[25] Mustafa Kara a.g.e s.64-67

 

Loading